Birinci Dünya Savaşı, başlangıç sinyallerini verirken Çinhindi’ne (Hindiçin) atanan öğretmen çift, savaşın resmi olarak başladığı 1914 yılında üçüncü çocukları Marguerite’ye sahip oldu. Yeni doğan Marguerite ve diğer iki oğlan çocuğu Paulo ve Pierre ile gönüllü olarak yaşadıkları Vietnam’ın en büyük şehri Hi Şo Ming (Saygon) komşularından Gia Dinh’te matematik öğretmeni baba ve Fransızca öğretmeni anne, çocuklarının; özellikle Marguerite’nin uyum sorunlarıyla baş etmek zorunda kalacaktı. Hastalıklı gibi görünen beyaz teni, siyah saçları ve mavi gözleriyle bir ‘yabancı’ olaran Marguerite, diğer çocuklar gibi davranmayı, onların dilinde şarkı söylemeyi, hatta düzenli olarak kiliseye gidip dua etmeyi öğrense de, O’nda hep çok sevdiği babasının bile ulaşamadığı ‘dokunulmaz bir yabancılık’ olacaktı.
Yokluk, yoklukla gelen açlık, korku ve kanla bulanan savaşın en çirkin sahneleriyle yüzyüze kalan Marguerite’nin, annesiyle kurduğu ‘normal’ ilişkisi, babasıyla düzenlediği piyano geceleri ve sevmeye başladığı dış görünüşü; 10. yaşına geldiğinde babasını dizanteriden kaybetmesini, içinde sakladığı bir ‘trajedi’ olarak nitelendirmesine engel olamayacaktı.
Babasız kalan üç çocukla Fransa’ya dönen anne, ailesinin de desteğiyle, çocuklarına bakabilmek için öğretmenlik yapmaya Paris’te devam eder. 2 yıl Fransa’da kaldıktan sonra 1928 yılında Kamboçya’ya tayini çıkan anne, çocuklarıyla birlikte ailesinin yanından ayrılır. Uyum sorunları, yine en çok Marguerite’de başgösterirken, vücudu ergenliğe hazırdır. Bluğ çağı psikolojisine giriş yapan küçük kız, gelişmemiş çocuk vücudunu, Asyalı erkeklerle paylaşmak zorunda kalır. Bu dayatma, eroinsiz yaşayamaz hale gelen abisi Pierre için harekete geçen anneleri tarafından gelmişti.
Bastırılmış ergenlik sorunları, Marguerite’nin yazılarında canlanıyor; sakladıkça olgunlaştığını hisseden psikolojisi, ‘kişilik sorunlarıyla baş etmeye hazır kadın’ rolüne bürünüyordu.
Gördüğü her yüz, yaşadığı her deneyim, onun için yazılmayı bekleyen bir kurguydu ve yazı, işte böyle sızmıştı Marguerite’nin hayatına.

Kamboçya’da çeşitli işler yapmaya başlayan annesi, çocukları için daha iyi maddi imkanlar sağlamak adına, bir parça toprak satın alıp, tarım yapmayı planlar. Verimsiz çıkan toprak, tüm birikimlerini kaybetmelerine sebep olurken, tekrar öğretmenlik yapmaya başlayan annelerinin 1933 yılında Fransa’ya dönüş kararında da etlkili oluyordu.

Yazmaya devam eden Marguerite, edebiyat ve felsefeyle geçen lise yılları ve ardından Sorbonne Üniversitesi’nde tanıştığı ‘siyaset’ ile hayatına; geniş anlamda ülkesine ve dünyaya farklı gözlerden bakmasını sağlayacaktı.
Edebiyat bir yana, Marguerite, kadınlığıyla da yakından ilgilenmeye başlıyordu. Aşk, şehvet, tutku, bağlılık ve duyduğu yoğun sevgi hissi, 25. yaşında Robert Antelme ile evlenmesine yetecekti.
Paris’te bir oda, bir salon ucuz çatı katlarından kiralayan çift, İkinci Dünya Savaşı’nın ilk çatırtılarının duyulduğu 1939 yılında ‘komünizm’ altyapılı siyasi toplantılar yapmaya başladı.
Ateşli konuşmalar, ‘suça meyilli’ tartışmalarla geçen karı-kocanın çatı katındaki dünyayı kurtarma tasarıları, kimi zaman arkadaşlarının da katıımıyla ‘alkollü partilere’ dönüşüyordu. Ucuz kırmızı şarap şişelerinin dibi, Marguerite’nin ateşi hiç sönmeyen kalemini körüklüyor; içtikçe canlanıyor ve yazma aşkı alevleniyordu.
Ruhundan parça ayırdığı, birlikte uyuyup; birlikte uyandığı, yazılarına ortak edip, ilham aldığı alkol, işte böyle sızmıştı Marguerite’nin hayatına.
1943 yılında, ilk kitabı “Les Impudents”i yazan Marguerite, yayınlanmış bu ilk edebi eserinde, komünist düşüncelerle çevrili, Nazizm karşıtı görüşlerini paylaşıyordu. “Les Impudents” (Saygısızlar)’i çatı katı toplantıları ve kocası Robert başta olmak üzere; eve gelen arkadaşlarından, yabancısı olduğu insanlara kadar, herkesin düşüncelerini dinleyip, önem verdiğini belirten Marguerite, kitap yayınlanmadan önce ‘Donnadieu” olan soyadını, sevdiği ilk erkek saydığı babasının doğum yeri olan ‘Duras’ olarak değiştiriyor ve kitap, “Lem Impudents – Marguerite Duras” olarak basılıyordu. Fransa’yı dolu dolu yaşayan çift, Robert’in Paris Polis Departmanı’ndaki yeni işi ve Marguerite’nin içinde büyümeye başlayan birkaç haftalık bebek ile en güzel dönemlerini yaşamaya başlar. Zamanından erken ve ölü doğan bebek, çiftin arasına büyük mesafeler olarak yer edecek; birbirlerinden uzak bir hayat yaşamaya başlayacaklardır. Siyasi düşünceleri ve dünyanın gidişatına “dur” deme arzusu ağır basan Marguerite, faşizm karşıtı eylemlere katılmaya başlar. Gerek yazı, gerekse gösterilerle ‘sessizliği bozanlardan’ olan Marguerite, Robert’in Dachau Toplama Kampı’nda esir edilmesiyle daha da ateşlenir.
Esaretten kurtulan Paris, vatandaşlarına da aynı özgürlüğü sunar ve Robert, acı ve açlığa direnen bedeninin uzun ve zorlu doktor kontrollerinden geçmesiyle, hayata; Marguerite’nin yanına döner.
Ne var ki, hiçbir şey bıraktığı gibi değildir ve Robert, yokluğunda Marguerite’nin bir süredir beraber olduğu Dionys’e karşı beslediği tutkuyu kabullenir.
Böylelikle Marguerite’nin hayatı, iki erkekle şekillenir. Çok sevdiği kocası Robert ve aşkını verdiği Dionys arasında ‘git-gel’den çok, genel ahlak kavramından uzak bir duygusal ilişki mevcuttu. İki erkeğin varlığı, Marguerite’nin yalnızlığını günbegün daha belirgin kılarken, ani peyda olan ve günler süren sessizliğine de engel olamıyordu.

Şarapla geçen günlerinde bir ara Komünist Parti’ye üye olan Marguerite, parti ile kendi görüşleri arasındaki mesafeyi görmezden gelemez ve partiden ayrılır.
Bu dönemlerde Marguerite, edebiyata her zamankinden çok ihtiyaç duymaya başlar.

Sinirli, saldırgan, sıkıntılı ve sessizlikten doğan obsesif tavırları, Marguerite’nin içinde hissettiği ‘yabancılığı’ çevresine birebir yansıtmasına neden oluyor, alkole hergün daha fazla bağlanıyordu. 1942 yılında abisi Paulo’nun öldüğünü öğrenen Marguerite, 1944’ten 1955’e, beş roman tamamladı. ’55’te çıkan “Le Square”den sonra, bugün hala isminden söz edilen “Hiroshima, Mon Amour” (Hiroşima, Sevgilim) ile adını Fransa’nın dışına taşıdı.
‘Savaşın vahşi yüzüne inatla doğan bir aşk’ı anlatan “Hiroshima, Mon Amour”, Marguerite’nin duygusallığından; beslemekten alıkoyamadığı ölüm korkusuna kadar sahip olduğu kadın kimliğine kadar her detay hakkında sırlar vermekteydi. 1958 yılında “Moderato Cantabile” ve 1960 yılında basılan “Dix Heures Et Demie Du Soir En Ete” romanından sonra, aklının bir köşesinde yeşeren sinema aşkını, kendi elleriyle düzenlediği mütevazı setinde kısa film çekerek beslyordu. Doğaçlama ortaya çıkan kısa metraj yapımlar, Marguerite’nin ruh hallerini gösteren belki de en başarılı etmenlerdi.
Diğer yandan Marguerite’nin kısaları, “The Lover” romanının sinema uyarlamasını beğenmemesini de haklı kılıyordu.

Sinema tutkusu, yazma aşkıyla birbirini tamamlıyor; Marguerite, roman yazmaya devam ediyordu.

1962 yılında “L’apres – Midi De Monsieur Anedmas”, 1964 yılında “Le Ravissement De Lol V. Stein”, 1969 yılında “Detruire, Dit – elle” romanları basıldı.
Romanlarında güzelliğe, şehvete, yaşadığı aşklardan, hayatına giren erkeklere, tutkuya, sevgiye, Asyalı erkeklere, kadınlara ve kadınlığa, ergenlik dönemlerinden; gerçek aşka, kadın bedenlerinden; erkek zaaflarına kadar en ince gerçekleri rahat bırakmayan Marguerite, en büyük zaafı olan alkole karşı savaş vermeye kararlıydı. Aklından geçemeyen intihar fikri, kendisine yakıştırılınca; “Alkol, ölüme çok yakın durur ama içmek, intihar etmek demek, değildir. İntihar fikri, bana çok uzak, çünkü ölünce bir daha içemeyeceğim.” diyerek, intihar hakkındaki düşüncelerinden çok, alkole olan aşkını dile getiriyordu.

1986 yılında “Les Yeux Bleus, Cheveux Noirs” ve “La Pute De La Cote Normande”, 1987 yılında “Emily L.” ve 1990 yılında son romanı “La Pluie D’ete”yi yayınlayan Marguerite’nin çok sayıda senaryo denemesi de hayata geçti. Hayatının son dönemlerini rehabilitasyonda karşılayan Marguerite’nin alkole olan aşkı, ölümle bile sınanamıyordu ama son dönemleri, 3 Mart 1996 tarihinde bir hastahane odasında son bulmuştu.


Emre KOZAN ® sitesinden daha fazla şey keşfedin

Subscribe to get the latest posts sent to your email.

Bir Cevap Yazın